15 Aralık 2018 Cumartesi

89 Bahar eylemleri

Mayıs Öncesi Bahar Şenliği! Üretimi Aksatan Eylemler

On binlerce işçi, yemek ve servis boykotları, sakal bırakma eylemleri, toplu viziteye çıkışlar, fazla çalışmaya/mesaiye kalmama ve iş yavaşlatmalarla, üretimi büyük ölçüde engellemekte.
İşyerleri içinde ve dışında gerçekleştirilen işçi eylemlerinde, polisin engellemeye yönelik girişimleri geri teper: yine de eylemler sürer.
Eylemler... Eylemler... Grev Ertelemesi/Yasaklaması
'80 sonrasında yeniden yasal düzenlemede işçilerin mücadelesini bastırmak amacıyla emeğin aleyhine ve sermayenin lehine ne gerekiyorsa eksiksiz olarak, o yapılır. Çünkü bir yönüyle de sermayedar olan devletin varlık koşulu bunu gerektirir.
Pek çok işkollarına yönelik grev yasağı ve uygulamada işlevsiz kalacak biçimde (grev sırasında üretimin yapılması) grev hakkı, 2822 sayılı Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt Yasası'nda yer alır.
'84 sonrasında özellikle '87 ve '88 yıllarında yasaya karşın çıkılan grevler, sınıfın mücadelesinde ve gündeminde etkin olur.
Bu sebeple iktidarın girişimleri, salt grevi kırmaya yönelik olmayıp, aynı zamanda O'nu ertelemeye yönelik de olur.
İşte bunun gereği, işvereni devlet olan İsdemir ve Karabük'te 24.000 işçinin greve çıkmasına 8 saat kala, gece yarısına doğru hükümet tarafından "milli güvenlik" gerekçesiyle ertelenir (22 Mart).
Bu, erteleme değil; yasaklamadır.
2822 sayılı yasada grev "genel sağlık ve milli güvenlik" sebebiyle 60 gün süreyle erteleneceği (Md: 33) ve bu süre içinde anlaşmaya varılamaması halinde, uyuşmazlığın Çalışma Bakanlığı tarafından (doğrudan işçilerin karşısında '80 Eylül'den beri çalışan "demoklesin kılıcı") Yüksek Hakem Kurulu'na götürüleceği (Mad: 34) hükmü yer alır; yani "zorunlu Tahkim".
Belirtilen haliyle grev ertelemesinden bahsedilemez, fiili olarak yasaklamadır ve Özal da bunu yapmıştır!
Hem de komik! "Milli Güvenlik" gerekçesiyle...
Grevi yasaklama kararının çıktığı 21 Mart günü Bakanlar Kurulu toplanmadığı gibi kararnamenin altında imzalı bulunan bakanların büyük çoğunluğu o gün Ankara'da değildir; İmren Aykut ve Kazım Oksay Bolu'da, Cemil Çiçek Yozgat'ta, Mesut Yılmaz Rize'de yerel seçim çalışmalarında bulunurlar.
Demek ki önceden hazırlanan kararname, sonradan yayınlanıyor.
Kararnamede imzası olan Bakan İmren Aykut, işçilerin protesto yürüyüşü sonrası İskenderun'da işçilere yaptığı konuşmada "sizinle birlikteyim, masa başında haklarınızı alamadığımız zaman ne yapacağınızı biliyorsunuz. Grev hakkınızdır" der (6 Mart). Yine Eylül çocuğu Özal da "ertelemeyeceğini" söylemişti.
Fakat erteleme ya da yasaklama kararnamesini de imzalayan yine bunlar.
Şaşırtıcı değil; belirtilen derecede ilgilenmelerinin araksında bir çapanoğlu çıkacağı bekleniyordu.
Öyle de oldu!
Erteleme, geçmişte Özal'ın da başkanlığını yaptığı MESS tarafından destek görür.
Evet; devlet ve MESS'in ideolojik birliği ya da sermayenin (devlet ve özel sektör) birliği...
Emeğe yani işçi sınıfına karşı!
Yasaklama ile sınıfın gelişen mücadelesinin boyutunu görmek mümkün...
Bununla bu yıl içinde kamu işyerinde yapılacak toplu sözleşme görüşmelerinde işçilere ve örgütlü güçlü sendikalara gözdağı verilmek isteniyor.
Daha önce de gündeme geleceği haberi yayılır; işçinin istemediği ama greve birkaç saat kala sendikanın "evet" diyerek imzaladığı "satış sözleşmesi ile greve çıkılmadığı için erteleme de uygulanmaz, Türkiye Kömür İşletmeleri'nde...
Grevler ve grev dışı eylemleriyle "ekmek ve özgürlük" mücadelesine sahiplenen işçi sınıfı, grev yasaklamalarını da işlevsiz kılabilecektir.
Çünkü sınıfın yaratıcılığı hiçbir sınırlama tanımıyor!
Bir yanda gösteri yaparken, diğer yanda üretimi aksatan eylemler yapıyor...
Bunun gereği olarak toplu sözleşmede uyuşmazlık sonrasında yani grev öncesinde fazla mesaiye kalmama, gösteri yürüyüşü yapma (9 Mart'ta, İskenderun'da 8500 işçi "MESS uyarı yürüyüşü" yapar) ve işi yavaşlatma eylemleri, grevi yasaklama sırasında da devam eder. Bunun üzerine üretimin yüzde 40 oranında düştüğü ve daha önce her vardiyanın ortalama 18-24 döküm yaptığı çelikhanelerde 2-3 döküm yapıldığı basında yer alır (23 Mart).
24 Mart'ta İskenderun'da 8000 işçinin katıldığı grevi yasaklamayı protesto gösterisi yapılır.
Grevi yasaklama sonrası işveren/devlet her işçiye 250.000 TL avans verme, yani bir parmak bal çalma girişimini işçiler: "sadaka değil, sözleşme istiyoruz" diyerek reddederler.
'80'li yıllarda bir aylık ücretiyle, bir ton demir alan işçi, bugün ancak yaklaşık 8 aylık ücretiyle alabiliyor; "çağ atlayan Türkiye'den" manzaralar. Bugün işçinin aylık ücreti ortalama 130.000 TL iken, demirin tonu piyasada 900000 TL aşıyor.
Yasaklama sırasında hem sınıf içi hem sınıflar-arası dayanışmanın örneği yaşanır.
Grevi yasaklamayı protesto için Karabük'te yaklaşık 7000 esnafın katıldığı kepenk indirme eylemi yapılır (24 Mart).
Demir-Çelik işçilerinin eylemleri sınıftan ve halkın diğer sınıf ve tabakalarından destek görür ve grev yasaklaması protesto edilir.
Böylece sermayenin artan saldırısı ve birliği karşısında, sınıfın yükselen mücadelesi ve birliği yaşanır.
Eylemler... EyIemler...
'89'un ilk iki ayına göre Mart ayı, sınıf mücadelesi açısından yoğun ve öğretici geçer. Özellikle Mart'ın ikinci haftası sonrasında bir dizi grev dışı eylemler yaygınlaşır.
Çalışma hayatıyla ilgili mevzuatın kabul ettiği tek eylem grev olup, bu da ancak menfaat uyuşmazlığı halinde uygulanabilir. Hatta o derece etkin uygulanır ki, yasada yer aldığı halde grev sırasında üretim yapılmaz.
Taleplerinin çözümü açısından mücadelesine sahiplenen işçiler, grevle sınırlı kalmayarak pek çok eylem türü geliştirir.
Grev dışı eylemler, mevzuatta yer almaz; fakat buna karşın sınıf tarafından genel kabul görür ve yaşatılır.
Geçen yılın Mart ayında 1.500.000'i aşkın işçinin katılımıyla uygulanan yemek boykotu eylemi; '88'de en çok kabul gören eylem olur.
Bunu diğerleri izler.
Toplumsal mücadelenin gelişme boyutuna uygun olarak eylem çeşitleri sınıfın yaratıcılığı sayesinde sürekli artar.
Eylemler... Eylemler...
Yemek boykotları, sakal bırakma eylemleri, fazla çalışmaya/mesaiye kalmama, oturma ve yol kapatma eylemleri, iş yavaşlatma, toplu viziteye çıkışlar ve yürüyüşler...
Sınıf kendi efendisi olduğu sisteme bu yaratıcılığı sayesinde güvenle yürüyor.
Geçen yıl da grev dışı eylemler esas olarak direkt üretimi aksatmazken, bu dönemde etkin olarak kullanılan toplu viziteye çıkma eylemi ve diğerleri üretim kapasitesini düşürür.
Bu yaşanılanlar, geçen yıl da sınıfın yaşadığı tıkanıklığı her anlamda zorlayan bir gelişmedir.
Toplu vizite eyleminin uygulanması direkt üretimi etkiler; binlerce çalışanın sıraya girmesi vizite kâğıdı alması ve gösteri/yürüyüş yaparak dispansere gitmesi ve orada muayene için yine sıraya girmesi işyerlerinde birkaç gün sürer.
Eylemlere sendikalar, yemek boykotunda olduğu gibi etkin rol almazlar, fakat sınıfın zorlaması sonucu, pek azı destek verir.
Türk-İş 1. Bölge Temsilcisi Vahap Güvenç, toplu sözleşme uyuşmazlığını protesto eden işçilerin eylemlerinin Türk-İş'i aştığını ve imzalanan sözleşmelerin günün koşullarını cevaplayamaması halinde toplu grevlerin gelebileceğini açıklar.
Beklenebilecek, yalın gerçeğin ifadesi!
Eyleme katılım, sorunun genelleşmesine bağlı olarak artar.
Bu yılın başında 650 bin işçiyle ilgili kamu işyerlerinde görüşmelere başlanır. Toplu sözleşme görüşmelerinin tıkanması ve bu işyerlerinde grev yasağının olması üzerine, grev dışı eylemler gündeme gelir.
Askeri işkolu ve tersanelerde yoğunlaşan eylemler; Petro-Kim-ya, Toprak ve Cam, Metal İnşaat ve diğer işkollarında yaygınlaşır. Bu işkollarına ait işyerlerinde (tespit edebildiğimiz kadarıyla) 124.234 işçi çalışır ve bunların hepsi yüzde 100 katılımlarıyla eylemleri, başarıyla gerçekleştirir.
Yapılan bütün eylemler dikkate alındığında, aynı işyerinde eylemin birkaç gün sürmesi ve birden fazla eylemin yapılması birlikte düşünüldüğünde, katılım yüz binleri geçiyor.
Bu koşullarda, eylemlerin sebep olduğu üretim kaybının büyük miktarlarda olduğu tahmin edilebilir.
Eylemlerde sınıf içi dayanışmanın örnekleri de yaşanır.
Gölcük'te gelişmeleri yakından izleyen Haliç Tersanesi çalışanları, sorunlarının ortaklığını da dikkate alarak destek eylemi yaparlar.

TOPLU İŞ SÖZLEŞMELERİNDE SON DURUM (24 MART 1989)
Türk-İş        Hak-İş        Bağımsızlar        Toplam
Uyuşmazlıkta
Olan İşyerleri        230615    3432        1450            235497
Grev Kararları        40030        -        108            40138
Grev Uygulama
Kararları        5941        -        2213            8514
Grevdekiler        3064        321        408            3793
Toplam        279650    3753        4179            287582
Not: 349315 işçinin toplu sözleşme görüşmeleri sürüyor.

Ayrıca sınıf dışı toplumsal sınıf ve tabakalardan da destek görür. Demir-Çelik'te grevin ertelenmesi üzerine yaklaşık 7000 civarında esnaf da Karabük'te kepenk indirir: dükkanlarını kapatır. Gölcük'te 1000'e yakın işçi eşi kadın, eşlerine destek vermek amacıyla kapalı salonda yapılan toplantıda Bakan İmren Aykut'u protesto ederler.
Bu eylemlerin yapılması nedenleri?
Toplu sözleşme görüşmelerinde beklenen gelişmenin olamaması, görüşmelerin tıkanması ve işverenin saldırgan tavrı başta olmak üzere, devlete ait işyerlerinde iktidarı teşhir etmek sayılabilir.
Salt bunlarla sınırlı kalmaz; Dok Gemi-İş üyesi işçilerin Pendik ve Kasımpaşa Şubelerinin delege seçimlerini boykot etmesi, Teksif üyesi 2500 imzalı bir protesto metninin Türk-İş 1. Bölge Temsilciliğine verilmesi ve toplu sözleşme görüşmelerindeki tıkanıklığı protesto etmek için yaklaşık 1000 kadar Türk-Metal üyesi işçinin sendika binasını basması gibi, bürokratik sendikal anlayışa karşı da eylemler yapılır.
Karşı cephe netleşiyor; burjuvazi ve onun sınıf içinde uzantısı sendikal bürokratlar olarak.
Bu cephenin netleşmesi, emek cephesini güçlendirir ve sınıfın yarınlara güvenle yürümesini sağlar.
Biliniyor ki devlet siyasi yapılanımı olan bir örgütlenme olması yanında, pek çok yatırımlar sebebiyle de, emek karşısında bir sermayedar. O halde devlet, sınıflar-üstü bir kurum olmayıp, sınıfsal içeriği olan sermayeyi korumayı ve bunun karşısında emeği baskı altında tutmanın aracı; diğer bir anlatımla bugünkü devlet, sermayenin çıkarını korumanın zor aleti.
Eylemlere hakim yön direkt sermayeyi yani kapitalizmi hedef alma olmayıp, onun uygulamalarının sonuçlarına yönelik olması anlamında, sınıfın kendiliğin denci tepkisidir.
Bu koşullarda önderliğin gündeme gelmesiyle kapitalizme karşı olmanın tohumlarını taşıyor...
Eylemlerin çoğunlukla devletin sermayedar olduğu kapitalist işletmelerinde gündeme gelmesi ve Demir-Çelik'te grevin yasaklanması, devletin sınıfsal içeriğini kitlelere tanıma olanağı veriyor; yaşayarak ve görerek...
Bu temelde, toplu sözleşme görüşmelerindeki son durum da dikkate alındığında; gelecekte bu tür eylemlerin daha da çeşitleneceği ve yaygınlaşacağı beklenilebilir.
Devletin işveren olduğu ve o sebeple toplu sözleşme görüşmelerinin sürdürüldüğü işyerlerinde, yapılan eylemler bir yönüyle de, siyasi iktidara karşıdır.
Genel olarak toplu sözleşme görüşmelerinde devletin fiilen engelleyici tavrının olduğu görülüyor.
Tavırların bazıları: iktidar bunu Çalışma Bakanlığı kanalıyla çoğunluk tespit kararlarına geç cevap vermesi ve ilk oturum tarihlerini geciktirmesi, görüşmelerde kilitlenmeyi sağlaması biçimlerinde engelleme yapar.
Çoğunluk tespiti için 2822 sayılı yasanın öngördüğü hükmüne göre, Bakanlığın 6 işgünü içinde cevap vermesi gerekirken (Md: 13). bu süre keyfi olarak uzatılır. Tek Gıda-İş Sendikasının çoğunluk tespiti için 5 Eylül '88'de yapılan başvuruya Bakanlık ancak 1,5 ay sonra 24 Ekim'de cevap verir.
Burjuvazinin kendi yasalarına bile keyfi yaklaşım!
Neyin telaşı?
Eylemler her yerde, ateş alarak genişleyen yangın halini alır.
Kısa sürede yaygınlaşır; eylemler yalnız bir işkolu ile sınırlı kalmayıp Metal, İnşaat, Gemi, Askeri, Gıda, Denizcilik, Petro-Kimya ve diğer işkollarını kapsar.
Eylemlere hâkim yön direkt sermayeyi yani kapitalizmi hedef alma olmayıp, onun uygulamalarının sonuçlarına yönelik olması anlamında, sınıfın kendiliğindenci tepkisidir.
Bu koşullarda önderliğin gündeme gelmesiyle kapitalizme karşı olmanın tohumlarına taşıyor...
Eylemlerin çoğunlukla devletin sermayedar olduğu kapitalist işletmelerin de gündeme gelmesi ve Demir-Çelik'te grevin yasaklanması, devletin sınıfsal içeriğini kitlelere tanıma olanağı veriyor; yaşayarak ve görerek...
Bu temelde, toplu sözleşme görüşmelerindeki son durumda dikkate alındığında; gelecekte bu tür eylemlerin daha da çeşitleneceği ve yaygınlaşacağı beklenilebilir.

Mayıs Öncesi Eylemler
Askeri İşyerleri 15 MART - Balıkesir 1012 Ağır Bakım Ana Tamir Fabrikası'nda çalışan 500 işçi de iş çıkışında servis otobüslerine binmeyerek şehir merkezine yürürler, işçiler, işverenin toplu sözleşme görüşmelerinde tutumunu protesto için daha başka eylemler yapacaklarını açıklarlar.
15 MART- Toplu iş sözleşmesi görüşmeleri çıkmaza girdiği için geçtiğimiz hafta sonu 50 işçinin iki günlük açlık grevi yapmasından sonra Harb-İş Sendikası'na bağlı (grev yasağı olan işkolu) Eskişehir Hava ikmal Bakımı Merkezi'nde çalışan 2700 işçi şimdi de süresiz "sakal bırakma " ve "toplu vizite" eylemlerine başlar. Harb-İş Sendikası Eskişehir Şubesi Sekreteri Yaşar Gir: "Bize insanca yaşayabileceğimiz ücreti vermeyenlere sonuna kadar mücadele etmeye kararlıyız" der.
Eskişehir'de ('89-Şubat) iş kazasında iki işçinin ölümü üzerine, yaklaşık 40.000 işçinin katıldığı yemek boykotu yapılır.
Eskişehir'de örgütlü 11 sendikanın bölge temsilcileri Türk-İş Genel Merkezi'ne, 24 Mart'ta çektikleri telgrafta "Eskişehirli sendikacılar eyleme hazırız" diye belirtirler.
Tabii, ses alabilirlerse... MART- Gölcük Askeri Tersanesi ve çeşitli askeri işyerlerinde Harb-İş üyesi işçiler, toplu sözleşme görüşmelerindeki gelişmeler üzerine 13 Mart'tan itibaren bir dizi eylem yaparlar. Bu işyerleri işvereni Milli Savunma Bakanlığı şahsında, devlet olup, işçilerin ortalama aylığı 130 ile 140 bin TL arasındadır. İşçiler, toplu viziteye çıkma ve sakal bırakma eylemlerine başlarken, yaptıkları açıklamada; eylemlerinin siyasal iktidara yönelik olduğunu, toplu sözleşme uyuşmazlıklarının esas sorumlusunun masa başlarındaki şahıslar olmayıp, doğrudan işçiler karşısında işçi düşmanı bilinçli politika uygulayan siyasal iktidar olduğunu söylerler. Toplu viziteye çıkma eylemine 6000 işçi katılır ve 4 gün sürer; bu eylem sebebiyle, doktor ihtiyacını gidermek için dispanserde doktor sayısı 6'ya çıkarılır.
Eylemlerin sürdüğü işyerleri işvereni Milli Savunma Bakanlığı yetkilisi yaptığı açıklamada: "İyi niyetle başlatılan görüşmelerin sürmekte olduğu şu sıralarda, bazı askeri işyerlerimizde çalışan işçilerimizin sakal bırakma, toplu viziteye çıkma gibi günlük çalışmayı yavaşlatıcı davranışlara girmeleri üzüntüyle karşılanmaktadır" der.
Eylemler karşısında işveren, timsah gözyaşları döküyor.
20 Mart'ta yerel seçim çalışmalarında bulunmak üzere, Gölcük'e gelen Bakan İmren Aykut Hanım, düğün salonunda düzenlenen bir toplantıya katılır. Ancak toplantıyı izleyen tersanede çalışan işçilerin eşlerinden oluşan yaklaşık 1000 kadın ellerinde tencere ve tavaları vurarak bakanı protesto ederler: "Açız, eşlerimize hak ettikleri ücretleri veren, mutfaklarımız bomboş duruyor" diye bağırarak salonu boşaltırlar. Bakan kısa konuşmak zorunda kalır ve salondan çıkarken, kapı önünde de protesto edilir; böylece Gölcük'te sadece 10 dakika kalır.
Gölcük'te dalgalanan mücadele bayrağı, İstanbul'u etkiler.
İstanbul'daki Haliç Tersanesi başta olmak üzere çeşitli askeri iş yerlerinde çalışan 8000 işçiyi temsilen 1500 kadar işçi Harb-İş Sendikası merkezine gider, orada sendika yöneticileriyle uzun süre tartışmak durumunda kalırlar. İşçiler grev haklarının bulunmaması sebebiyle, toplu sözleşme görüşmelerinin sürdüğü sırada hem işverene karşı ve hem de Gölcük'teki aynı işkolunda çalışan işçileri desteklemek amacıyla bir dizi eylem yapak isterler. Tartışılan konu budur. Ve eylem kararı alınması üzerine işçiler, sendika binasından ayrılırlar. İşçiler, 17 Mart'tan itibaren süresiz olarak sakal bırakma ve yemek boykotu eylemlerine başlarlar.
Yine Milli Savunma Bakanlığı'na bağlı Kartal-Cevizli 'deki Kara Kuvvetleri Komutanlığı 1 Nolu Askeri Dikimevi'nde çalışan 2000 işçi toplu sözleşme görüşmelerindeki gelişmeler sonucu olarak 16 Mart'ta önce yemek boykotu yapıp arkasından fabrika önünde İstanbul'u Anadolu'ya bağlayan E-5 Karayolu'nu iki yönden 20 dakika süreyle keserler. Eylem sırasında işçiler: "İşveren (yani sermayedar, devlet), bizi köle gibi çalıştırıyor ve aylığımız 90 ile 150 bin TL arasında. Artık alın terimizin karşılığını almak istiyoruz" diye açıklama yaparlar; 5 işçi polis tarafından gözaltına alınır. Eyleme, bir gün sonra da devam edebilir. 17 Mart'ta yine yemek boykotundan sonra saat 12'de E-5 Karayolu'nu trafiğe kapatırlar. Eylem sırasında açıklama yapan işçiler, halen gözaltında tutulan 5 işçi arkadaşlarının serbest bırakılmasını isterler. Eylem, işçilerin serbest bırakılması üzerine saat 15'e kadar sürer.
Mart ayında Milli Savunma Bakanlığı'na bağlı işyerlerinde toplu sözleşme uyuşmazlığı nedeniyle, bir dizi eylem yapılır. Sendika yöneticileri, eylemlerin taraflarınca düzenlenmediği açıklamasını yapmayı da ihmal etmezler.
Tersaneler
13 Mart- 1200 işçinin çalıştığı Haliç Tersanesi'nde işçilerin büyük çoğunluğu 12 Mart'ta yapılan delege seçimlerim boykot ederler. Bu sebeple örgütlü sendika Dok Gemi-İş'in Kasımpaşa Şubesi önüne siyah çelenk koyarlar.
19 MART- Dok Gemi-İş, Pendik Şubesi genel kuruluna katılacak delegelerin belirlenmesi için Pendik Tersanesi'nde 19 Mart'ta yapılan seçimleri, işçilerin çoğunluğu boykot eder, 1047 işçinin çalıştığı tersanenin önüne, üzerinde "Yargı Denetimsizliğine Son Verilsin" yazılı siyah çelenk bırakarak, protesto ederler. Yaptıkları ortak açıklamada: "Dok Gemi-İş Yönetimi aynı işyerinde çalışan işçileri dört gruba bölüp, birbirimize oy vermemizi engellemiştir. Yaptığımız bütün başvurulara karşın sendika yönetimi, sendika tüzüğü ve seçim yönetmeliğini bizlere vermiyorlar, kaç delege seçileceğini bilmiyoruz. Bu nedenle delege seçimlerine katılmıyoruz" derler.
20 MART- Toplu İş Sözleşme görüşmelerinin kesilmesi üzerine, 3000 kadar Camialtı, Haliç ve İstinye Tersanesi işçisi, toplu viziteye çıkma eylemi yapar. Toplu olarak işyerlerinden yürüyerek SSK Dispanseri'ne giden işçiler, "Sendikal hak ve özgürlüklerin yok edildiğini" söyleyerek devamında "bizler 150.000.-TL civarında maaşla yaşamaya çalışan işçileriz... Bizi temsil eden sendikaların, Türk-İş'in de durumu ortadır. Onlar için koltuk kavgası, bizim ekmek kavgamızın üstündedir. Uzlaşmacılığın ötesinde teslimiyetçilerdir" diye açıklamada bulunurlar.
21 MART- Haliç ve Camialtı Tersaneleri'nde çalışan yaklaşık 2000 işçi yemek boykotu yapar ve Kasımpaşa parkında toplanıp "YAŞASIN İŞÇİLERİN BİRLİĞİ" ve "işçiler el ele genel greve" sloganlarını atarlar. Toplananlar içinden bir işçi: "Açız; milyonlarca insan kadınıyla, erkeğiyle, çocuğuyla aç. Daha ne kadar suskun kalacağız... Açlığa, sefalete karşı mücadele edenlere selam olsun" diye konuşur.
Aynı işkolunda İstinye Tersanesi'nde çalışan 1000'i aşkın işçi yine 21 Mart günü, hem işverenin toplu görüşmelerindeki tutumunu ve hem de sendikanın delege seçimlerini protesto için yemek boykotu yapıp, topluca caddedeki fırına gidip, ekmek alırlar ve yol boyunca yavan yiyerek gösteri yürüyüşü yaparlar.
22 MART- Pendik Tersanesi'nde çalışanlardan 1500 işçi, siyasi iktidarı ve sendikayı protesto için toplu viziteye çıkarlar, SSK Hastanesi'ne kadar yürürler. Eylem sebebiyle üretim, öğleden sonraya kadar engellenir.
Yine 22 Mart'ta İzmir-Alaybey Tersanesi'nde çalışan 400 işçi toplu halde viziteye çıkar.
Toprak ve Cam İşkolu
15 Aralık 1988 tarihinde başlayan toplu sözleşme görüşmelerinde anlaşma sağlanamaması üzerine 11 Ocak 1989'da uyuşmazlık zaptı tutulur. Anlaşma sağlanamayan maddelerden bazıları "1 yıllık sözleşme", "fiilen çalışılan yarım saatlik ara dinlenmelerini de çalışma süresinden sayılması" ve diğer parasal hükümler.
Örgütlü sendika Kristal-İş'in aylık yayın organında (Ocak 1989, sayı: 19), '83 yılında yüzde 355 olan sömürü oranı '87'de yüzde 521'e yükselir ve gerçek ücret endeksi (1983: 100) '85 ve '87 yıllarında 90 ve 75,4 olurken geçen yıl 58'e geriler. Toplam maliyet içinde işçilik payı '83'de yüzde 11,9 iken, '88'de yüzde 5'e iner. Bunlar, Cam işçisinin yoğun sömürü ve sefalet içinde olduğunun göstergeleridir.
Uyuşmazlık sonrasında, 15 Şubat günü Paşabahçe, Topkapı, Gebze, Lüleburgaz, Sinop, Mersin ve Bursa'daki işyerlerinde çalışan 13.000 işçi "BİR YILLIK SÖZLEŞME İSTİYORUZ" yazılı şapkalarıyla, servisten inerek fabrikalarına ya da fabrikalardan sendika şubelerine kadar yürüyüş yaparlar. Yürüyüşler polisin engelleme girişimlerine karşın, yine de sürdürülür.
13 Mart'ta 20 işyerinde 13.000 işçiyi kapsayan grev kararı alınır.
23 Mart'ta Trakya ve Kırklareli Cam Fabrikaları'nda 1500 işçi greve çıkar, grev yerini ziyaret eden 1000'i aşkın işçi "İŞÇİLER EL ELE, GENEL GREVE" ve "BİR YILLIK SÖZLEŞME" sloganlarını atarak, şenliklerini kutlarlar. Diğer işyerlerinde grevler peyderpey uygulanacak ve belirlenen plana göre 3 Nisan'a kadar greve çıkacaklar, böylece toplam grevci işçi sayısı 7000'e yükseleceği açıklanır.
Fakat Mart sonunda grup sözleşmesinin imzalanmasıyla belirlenen eylem planı da, böylece gündemden kaldırılır. Petro-Kimya İşkolu " 1 MART- Derby Lastik Fabrikasında çalışan 1350 işçi Laspetkim-İş'te örgütlü olup, toplu sözleşme görüşmelerindeki gelişmeleri protesto etmek amacıyla, yemek boykotu ve servise binmeme eylemi yaparlar.
20 MART- Devlete ait işyerlerinde Petrol-İş Sendikası, kilitlenen toplu sözleşme görüşmelerinde siyasal iktidarı uyarmak amacıyla bir dizi eylem yapar. Bunlar; yemek boykotu, fazla çalışmaya kalmama, servislere binmeme ve toplu viziteye çıkma biçimindedir. Tüpraş'a bağlı Aliağa ve İzmit tesislerinde 7000 işçiyi kapsayan eylemler, Türkiye çapında uyuşmazlık içinde olunan diğer işyerlerine yayılır; bunun gereği olarak 22 Mart'ta Sümerbank, MKE, TPAO ve SSK işyerlerinde çalışanların da eyleme başlamalarıyla eylemci işçi sayısı 11.000 çıkar. Ve bu toplamın üçte birinin katılımıyla işçiler, toplu viziteye çıkarlar. Ayrıca işçiler fabrikaya yakın yerde servisten inip, yürüyerek çalışma ünitelerine gitmelerini polisin engelleme girişimleri sonuçsuz kalır.
Diğer taraftan YHK tarafından imzalanan toplu iş sözleşmesini protesto etmek için açlık grevine başlayan 100 işçi eylemlerini sürdürür.
Metal İşkolu 15 MART- MKE bağlı işyerlerinde çalışan 5000 Türk Metal-İş üyesi, yemek boykotu yapar.
Kırıkkale-MKE'de çalışan işçilerden yaklaşık 1000 tanesi, iş çıkışında toplu sözleşme görüşmelerindeki gelişmeleri protesto için sendika binasını basar; masa ve sandalyeleri kırarlar.
22 MART- MKE işyerlerinde 3500 işçi yemek boykotu yapar.
24 MART- Yine MKE çalışanlarının toplu viziteye çıkma ve sakal bırakma eylem kararlarına uygun olarak, 3500 işçi topluca viziteye çıkar.
Genel İşler İşkolu
İETT İşvereni İstanbul Belediyesi ile Belediye-İş Sendikası arasında '89 Ocak ayında başlayan toplu sözleşme görüşmelerinde işveren, ekonomik taleplerle ilgili maddelerin görüşülmesine yanaşmaz. Bunun üzerine bir dizi grev dışı eylemler yapılır.
Aynı işkolunda ve İstanbul Belediyesinde örgütlenme çalışması yapan Belde-İş Sendikası'ndan Nazmi Kale, gelişmeleri şöyle açıklar: "Belediye-İş kapalı kapılar ardında sözleşme imzalamak istiyordu; fakat bu, işçilerin kendi oluşturdukları Toplu Sözleşme Komiteleri aracılığıyla engellendi. Zaten bir dizi eylemin de bu komite sayesinde gerçekleştiğini" söyler.
Eylemler şoförler açısından "gaz kesme" yani hız düşürme ve diğer çalışanlar açısından da iş yavaşlatma ve toplu viziteye çıkma biçiminde sürdürülür.
7 Mart günü 2 saat geç işbaşı yaparlar ve bu eyleme toplam 7852 işçi katılır. Yani yüzde 100 katılım. Bunun üzerine sabık Belediye Başkanı Dalan, "kanunsuz eylemler bulunanlar karşılarında yasaları bulurlar" der. Fakat eylemin başarıyla gerçekleştirilmiş olması üzerine, Dalan'ın aba altından sopa göstermesi hiçbir sonuç vermez.
Özellikle şoförlerin hız düşürme eylemi, tüm şehirde toplu taşımacılığı felç eder. Buna karşılık yolcuların şoförlere ve eylemlerine yaklaşımı sevindiriciydi. Kendi aralarında yolcuların "bugünkü koşullarda insanın 150.000 TL ile geçinmesi mümkün değil" yorumuyla açık desteklerini veriyorlardı. Böylece Toplu İş Sözleşme görüşmeleri toplum gündeminde tartışılır.
Toplu Sözleşme imzalanması öncesinde Belediye-İş'in önderlik etme isteğiyle bir dizi eylem planı, 10 Mart Cuma günü açıklanır.
Bir İETT çalışanı bu planı şöyle değerlendirir; 13 Mart Pazartesi günü tüm çalışanların aileleriyle birlikte, yanlarında tencere ve tavalarla gelmeleri ve ayrıca komplo niteliğinde olan toplu istifa yapılması istenir. Çünkü toplu istifa eylemiyle, mücadelede önder durumda olan işçilerin dışlanması esas amaçtı diye ekler.
Sendika eylem planını yayınlarsa da, toplu iş sözleşmesi 11 Mart gecesi imzalanır.
Böylece Belediye-İş'in gerçek amacının ne olduğu daha iyi anlaşılmış olur!
İmzalanan sözleşmenin, işçilerin geniş katılımıyla sağlanan taslaktan çok farklı olduğunu söyleyen Nazmi Kale, bu bir "satış sözleşmesidir" diye ekler. Devamında Belediye-İş'e bir baskı unsuru olan İETT Şoförleri Derneği aidatları bugüne kadar Check-off Sistemine göre ödenirken, yeni imzalanan sözleşmede bu sistem kaldırılır; bununla uzun vadede, Derneğin Sendika üzerindeki işçiden yana olumlu baskısının yok edilmek istendiğini söyler. Ayrıca İETT çalışanı ise Belediye-İş üyesi olmayanların dayanışma aidatı ödeyerek sözleşmeden yararlanması 2822 sayılı yasanın 9. maddesinde "işçi sendikasının muvafakati aranmaz'' diyen hükmünden geri düzeyde "aranır" diye hüküm koyması, sözleşmenin eleştirilecek bir başka yönü olduğunu ekler
8 MART- Urfa'nın Birecik ilçesi Belediyesi'nde çalışan 132 işçi, 8 aydır ücret ve sosyal haklarının ödenmemesi üzerine 9 gündür süren "işe gitmeme" eylemine, alacaklarının ödenmesi üzerine son verirler.
Diğerleri
16 MART- Dokuma işkolunda işçi çıkarmaların artması üzerine işten çıkarılan 2500 işçinin imzasını taşıyan bir protesto metni Türk-İş 1. Bölge Temsilciliği'ne verilir.
MART- Deniz-İş Sendikası'na bağlı 16.000 işçi şehir hatları deniz taşımacılığında ve diğer işyerlerinde işi yavaşlatma eylemi yaparlar.
20 MART- Yetkili Yol-İş Sendikası 42.000 işçiyi kapsayan toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde uyuşmazlığa gittiğini bildirmesinden sonra eylemler yaygınlaşır: eylemler yemek boykotu, toplu viziteye çıkma biçimlerinde sürer. İstanbul 17. Bölgede 600 işçinin toplu viziteye çıkması polis tarafından engellenmesi üzerine, işyerinde oturma eylemi yaparlar. Mart'ın sonuna doğru yaklaşık 75.000 işçi içinde uyuşmazlık zaptı tutulacağı açıklanır.
23 MART- Malatya Tekel Fabrikası'nda çalışan 210 işçi topluca viziteye çıkar.

Nisan 1989

21 Ekim 2018 Pazar

Ahiliğin Temel İlkeleri

AHLİĞİN TEMEL İLKELERİ (1)
Bireyi, fetâlıktan şeyhliğe ve   yamaklıktan ustalığa giden yolda olgunlaştırmaya çalışan Ahi kurumunun meslekî   ahlâk ve görgü kurallarının temel ilkeleri şunlardırKaynak: Çalışkan,   Y., İkiz, M.L., Kültür, Sanat ve Medeniyetimizde Ahilik, Ankara 1993, s.   ):                             - İyi huylu ve   güzel ahlâklı olmak,- İşinde ve hayatında, kin, çekememezlik ve dedikodudan   kaçınmak,- Ahdinde, sözünde ve sevgisinde vefalı olmak, Gözü, gönlü   ve kalbi tok olmak,- Şefkatli, merhametli, adaletli, faziletli, iffetli ve   dürüst olmak,- Cömertlik, ikram ve kerem sahibi olmak,- Küçüklere   sevgi, büyüklere karşı edepli ve saygılı olmak,- Alçakgönüllü olmak,   büyüklük ve gururdan kaçınmak,- Ayıp ve kusurlarını örtmek, gizlemek ve   affetmek, Hataları yüze vurmamak,
AHİLİĞİN TEMEL İLKELERİ (2)
- Dost ve arkadaşlara tatlı sözlü,   samimi, güler yüzle ve güvenilir olmak,- Gelmeyene gitmek, dost ve akrabayı   ziyaret etmek,- Herkese iyilik yapmak, iyiliklerini istemek,- Yapılan   iyilik ve yardımı başa kakmamak,- Hakka, hukuka, hak ölçüsüne riayet etmek,- İnsanların işlerini içten, gönülden ve güler yüzle yapmak,- Daima iyi   komşuluk ve komşunun eza ve cahilliğine sabretmek,- Yaratandan   dolayı yaratıkları hoş görmek,- Hata ve kusurları daima kendi nefsinde   aramak,- İyilerle dost olup, kötülerden uzak durmak,- Fakirlerle   dostluktan, oturup kalkmaktan şeref duymak,
AHİLİĞİN TEMEL İLKELERİ (3)
- Zenginlere, zenginliğinden dolayı itibardan kaçınmak, - Allah için sevmek, Allah için nefret etmek, - Hak için hakkı söylemek ve hakkı söylemekten korkmamak, - Emri altındakileri ve hizmetindekileri korumak ve gözetmek, - Açıkta ve gizlide Allah´ın emir ve yasaklarına uymak, - Kötü söz ve hareketlerden sakınmak, - İçi, dışı, özü, sözü bir olmak, - Hakkı korumak, hakka riayetle haksızlığı önlemek, - Kötülük ve kendini bilmezliğe iyilikle karşılık vermek, - Belâ ve kötülüklere sabır ve tahammüllü olmak,
 AHİLİĞİN TEMEL İLKELERİ (4)
- Müslümanlara lütufkâr ve hoş sözlü olmak, - Düşmana düşmanın silahıyla karşılık vermek, - İnanç ve ibadetlerinde samimi olmak, - Fani dünyaya ait şeylerle öğünmemek, böbürlenmemek, - Yapılan iyilik ve hayırda yalnız Hakkın rızasını gözetmek, - Âlimlerle dost olup dostlara danışmak, - Her zaman her yerde yalnız Allah´a güvenmek, - Örf, adet ve törelere uymak, - Sır tutmak, sırları açığa vurmamak, - Aza kanaat, çoğa şükür ederek dağıtmak, - Feragat ve fedakârlığı daima kendi nefsinden yapmak

Alman sosyal demokrasisinin tarihi ihaneti

1.Emperyalist Savaş Öncesi Durum

1800’lü yılların sonlarında tüm dünya toprak bakımından emperyalist ülkeler arasında paylaşılmıştı. İngiltere başta olmak üzere o dönemin önde gelen sömürgeci güçleri tüm dünyanın yarısından fazlasını sömürgeleştirmişlerdi. Tüm bunlara bir de Osmanlı İmparatorluğu ve Çin gibi yarı-sömürge durumundaki ülkeler eklenirse denebilir ki, yeryüzünün tamamı doğrudan ya da dolaylı olarak birkaç emperyalist ülkenin kontrolü altındaydı.
Fakat kapitalizmin girdiği yeni bir evre olarak emperyalizm, bu sömürgeler üzerinde yükselse de, esasen ona damgasını vuran sömürgecilik olmamıştır. Aksine dönemin yükselen yıldızları olarak emperyalizm evresinin özsel eğilimlerini en çok yansıtan ABD ve Almanya’nın, eski oyuncular olan İngiltere ve Fransa kadar sömürgesi yoktu. Özellikle ABD sömürgelere bağımsızlıklarının verilmesi gerektiğini bile söylüyordu. Artık söz sırası, devletleri kendi emir kulu haline getirmiş, sanayiyi ve banka sermayesini kendi tekeline almış olan finans kapitalde (mali sermayede) idi.

20. yüzyıla gelindiğinde, birçok ülkenin büyük tekelleri kendi aralarında anlaşarak çok uluslu kartelleri oluşturmuşlar ve bunlar da dünya pazarını kendi aralarında paylaşmışlardı.[2] Ama bu durum rekabetin ortadan kalkmasına değil daha da kızışmasına ve devasa boyutlara ulaşmasına yol açtı. Daha 1910 yılında dünya pazarı, yaklaşık yüz adet çok uluslu kartel ve tröst arasında paylaşılmış durumdaydı.
Dünyanın toprak bakımından ve nüfuz alanları temelinde paylaşımı, beraberinde kaçınılmaz olarak bir yeniden paylaşım mücadelesini gündeme getiriyordu. Böylelikle sermaye ihracı ve sermayenin uluslararasılaşmaya başlaması, bir yandan birleşik bir kapitalist dünya ekonomisi yaratırken, öte yandan da emperyalist ülkeler arasındaki mücadeleyi ve çelişkileri keskinleştirdi ve emperyalizm çağının başlangıcında dünyanın toprak bakımından paylaşımı zaten tamamlanmıştı. Bu nedenle, emperyalizm çağı aslında dünyanın yeniden nüfuz alanlarına göre paylaşılması ve emperyalistler arasında bir hegemonya yarışı anlamına gelir
 
Birinci Dünya Savaşı ve SPD
4 Ağustos 1914'de Berlin'deki parlamentoda savaş bütçesi tartışılıyordu Ben Alman'dan başka parti tanımam!diye kükrüyordu Kayser II. Wilhelm.Yapılan oylama sonucunda Rosa Luxemburg ve Karl Liebkneckt'in  çekimser oy haricinde savaş bütçesi onaylandı; Alman emperyalizmi savaşa istiyordu.
Bu durumu izleyen birkaç gün içinde, Avusturya, Fransa, Belçika ve İngiliz sosyal demokratları da, “ulusal savunma”nın meşruluğu adına “kendi” ülkelerini destekleme kararları aldılar. Kısacası, savaş başlayana dek savaşa karşı olan sosyal demokratlar, savaş bir kez kapılarını çaldığında hemen çark ederek işçi sınıfına ihanet etmişlerdi.  

Avrupa’da 1871’den 1914’e kadar süren 40 yıllık nispeten barışçıl gelişme dönemi, işçi sınıfının ruh hali ve kapitalist devlete karşı olan tavrında kimi uzlaşmacı eğilimleri körükledi. Ve bu durum işçi sınıfında kapitalizmin yarattığı olumsuz sonuçların sistem içi reformlarla değiştirilebileceği yanılsamasını doğurdu. Ayrıca, Avrupa’da özellikle emperyalist kapitalizmin sömürge talanından pay alan işçi sınıfı örgütlerinin yönetici tabakası yozlaşarak burjuvaziyle tam bir uzlaşma siyaseti içine girdi. Bu gelişmeler II. Enternasyonali giderek reformist ve şovenist bir çizgiye oturttu.  II. Enternasyonali oluşturan en güçlü ve önemli parti Alman Sosyal Demokrat Partisiydi. Güç ve etkinlik bakımından onu, Fransız işçi ve sosyalist hareketi izliyordu. Örneğin Alman Sosyal Demokrat Partisi, 1898 seçimlerinde %27,2 oranında oy almıştı. Fakat öte yandan bu partinin, işçi sınıfını iktidara taşıyacak ve sosyalizmi dünya çapında kurmaya yönelik bir devrim perspektifi yoktu. Sonuçta aldığı oylara rağmen yaşanan fiili iktidarsızlık, parti içinde sendikacıların ve işçi sınıfının görece imtiyazlı kesimlerinin beslediği bir reformizmin ağır basmasına yol açtı. Reformizmin öncülerinin temel görüşü, sosyal demokrasinin seçimlerden gelen büyük gücünü kullanarak kapitalizmi reformlar yoluyla adam etmek ve böylece sancısız bir şekilde sosyalizme ulaşmaktı. Bu görüşler II. Enternasyonalin 1904’teki Amsterdam Kongresinden sonra iyice hakim hale geldiler.
Fakat bu kongreyi takip eden yıllarda dünya siyasi panoramasında önemli değişiklikler oldu. Avrupalı büyük güçler arasındaki gerginlik, özellikle de İngiltere ve Almanya arasında beliren savaş tehlikesi, II. Enternasyonalin gündemini yoğun biçimde işgal etmeye başlamıştı. 1907’de Stuttgart’da toplanan kongrede, ağırlıklı olarak yaklaşan savaş tehlikesinin nasıl önlenebileceği, eğer önlenemezse ortaya çıkacak sonuçların nasıl karşılanacağı gibi konular tartışıldı. Ancak temel sorun, hayati derecede önemli olan sorun şuydu: bir savaş halinde sosyalistler ve işçi sınıfı kendi devletlerini yani burjuvalarını mı destekleyeceklerdi, yoksa savaşmaları için ellerine verilen silahları kendilerini açlık ve yıkımla yüz yüze getiren kendi burjuva düzenlerine mi çevireceklerdi?
Stuttgart kongresinde, Rosa Luxemburg ve Lenin’in önerisiyle şu karar benimsenmişti:Savaş her şeye karşın patlayacaksa, onun çabuk bitmesi için çalışmak ve kitleleri ayaklandırıp kapitalist sınıf egemenliğinin yıkılışını çabuklaştırmak için, savaşın getirdiği ekonomik ve politik bunalımları bütün güçleriyle kullanmak sosyalistlerin görevidir. Çok tartışılmadan kabul edilen bu karar, ne yazık ki hiçbir zaman uyulanamadı.
 1912 yılında Balkan Savaşının patlak vermesiyle birlikte bir dünya savaşı tehlikesi de artık iyice yaklaşmıştı. Nitekim II. Enternasyonalin 1910’daki Basel kongresi de, bu sorunun tartışılmasıyla geçti. Ve tıpkı daha öncekilerde olduğu gibi, kongreden somut hiçbir karar çıkmadı.

25 Temmuz 1914 tarihinde SPD yönetimi dağıttığı bildiride şu sloganlarla kitlesine sesleniyordu “Savaş istemiyoruz! Savaşa Hayır! Yaşasın Uluslararası Halkların Kardeşliği!” 
2 Ağustos 1914 Sendikalarda örgütlü işçi aristokrasisinin Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) bağlantılı gerici önderliği Sendikalar olası bir savaş sırasında grev yapmayacak, maaş artışı talebinden feragat göstereceklerdir diye açıklama yapmıştır.

Alman emperyalizminin sözünü dinleyen SPD önderliği, parti içinde hâlâ varlığını koruyan
Marksist kanadın temsilcileri olan Rosa Luxemburg ve Karl Liebkneckt'i izole etmenin yollarını
arar. Önce parti içinde “radikal” oldukları gerekçesiyle dışlanırlar, ardından da 1919 Ocak'ında alçakça katledilirler...
Ekim Devrimi, Alman ve Avusturya işçi sınıfı içinde hemen yankı bulur. 14 Ocak 1918'de Viyana'da genel grev ilan edilir. 28 Ocak'ta Berlin'de 400 bin işçi işi bırakır. İşçi Konseyi örgütlenir. Grev kısa sürede tüm ülkeyi sarar ve milyonlara ulaşır. SPD'nin sağcı yönetimi durumdan kaygılıdır.
3 Kasım 1918'de Kasım Devrimi patlak verir. Kiel'deki savaş filosu silahlarıyla birlikte greve destek verip, isyana ortak olur. 9 Kasım'da isyan Berlin'e ulaşır. SPD içindeki Marksistler Spartaküs grubunu örgütler. Ülkedeki Hochenzollern monarşisi devrilir. Kasım Devrimi, monarşiyi yerle bir etmişti, ama geçici burjuva hükümet SPD'nin sağcı üst yönetimince kuruldu: Friedrich Ebert, Otto Landesberg, Philipp Scheidermann, Barth, Dittmann, Hasse...
Karl Liebkneckt bu karşı devrimci hükümette yer almayı kesin bir dille reddeder. 10 Kasım gecesi F. Ebert, monarşist düzenin genelkurmay sözcüsü ile gizlice görüşüp, anlaşır. İki gün sonra da kendi hükümet programını deklare eder. Sendikadaki işçi aristokrasisi, tekelci burjuvazinin temsilcileri, monarşistler ve SPD üst yönetimi protokol imzalar. Kasım Devrimi ilk ve en büyük ihanetini SPD'den görmüştür... Karşıdevrim sırasında kendi yurttaşlarına ateş etmek istemeyen askerleri buna ikna etmek de yine bir SPD yöneticisi olan Otto Wels'e düşer... Aynı Otto Wels yıllar sonra, 3 Haziran 1931'de, “komünist-faşist kardeşliği”ni diline dolamıştır.

anayi inkılabı sonucunda devletler arasında Pazar ve hammadde arayışından doğan sömürgecilik yarışı ve ekonomik
kaynak: http://www.on5yirmi5.com/haber/yasam/dunya-hali/109372/i-dunya-savasi-ve-nedenleri.html
Sanayi inkılabı sonucunda devletler arasında Pazar ve hammadde arayışından doğan sömürgecilik yarışı ve ekonomik
kaynak: http://www.on5yirmi5.com/haber/yasam/dunya-hali/109372/i-dunya-savasi-ve-nedenleri.html
Sanayi inkılabı sonucunda devletler arasında Pazar ve hammadde arayışından doğan sömürgecilik yarışı ve ekonomik rekabet
kaynak: http://www.on5yirmi5.com/haber/yasam/dunya-hali/109372/i-dunya-savasi-ve-nedenleri.html
Sanayi inkılabı sonucunda devletler arasında Pazar ve hammadde arayışından doğan sömürgecilik yarışı ve ekonomik rekabet
kaynak: http://www.on5yirmi5.com/haber/yasam/dunya-hali/109372/i-dunya-savasi-ve-nedenleri.html
Sanayi inkılabı sonucunda devletler arasında Pazar ve hammadde arayışından doğan sömürgecilik yarışı ve ekonomik rekabet
kaynak: http://www.on5yirmi5.com/haber/yasam/dunya-hali/109372/i-dunya-savasi-ve-nedenleri.html

14 Ekim 2018 Pazar

Balta Limanı Antlaşması

Balta Limanı Anlaşmasınını

İmza tarihi:16 Ağustos 1838
İmzacı devletler :Birleşik Krallık,Osmanlı İmparatorluğu
İmzalayanlar:Kraliçe Viktorya,2. Mahmut 

Osmanlı 1826 yılından beri ülkedeki ham maddelerin yurtdışına çıkmasını engellemek için yedi-vahid yani tekel sistemini yürürlüğe koymuştur. İngiltere, Osmanlı’ya baskı yapıyordu bunun nedeni ise bu uygulanan sistemin İngiltere’nin çıkarlarına uymamasıdır. Mustafa Reşit Paşa, Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa‘nın isyanını bastırmak için İngilizlerden yardım istemiştir. Bu isyana destek olacak olan İngiltere ticari bakımdan büyük ayrıcalık veren Balta Limanı Antlaşması‘nı imzalamak istemiştir. 

Antlaşma 1838 yılında iktisadi ilişkilerin yoğunlaştığı dönemde Balta limanı semtinde imzalanmıştır. 8 Ekim 1838’de ilk önce Kraliçe Victoria tarafından daha sonra da Sultan 2. Mahmut tarafından onaylanmıştır. Bu antlaşma Osmanlı ve genel anlamda Türk tarihinin ilerlemesi açısından önemli sonuçlar doğuran bir antlaşmadır.
 
Antlaşmadan önce İngilizler ticaret mallarını limana kadar getirebiliyor ve bu malın dağılımını yerli tüccarlar yapıyorlardı. Bu maddeden sonra yabancılar iç piyasamıza hâkim oldular.

Baltalimanı Antlaşmanın Özellikleri

  1. Yedi-vahid yani tekel sistemi kaldırılmıştır.
  2. İç ticarete İngilizlerin de katılabilecek olması öngörülmüştür.
  3. İngiliz vatandaşları Osmanlı ürünlerini ihraç etme hakkına sahip olmuşlardır.
  4. Transit resmi kaldırılmıştır.
  5. İngiliz gemileriyle gelen İngiliz ürünleri bir defaya mahsus gümrük vergisi ödeyebilme hakkına sahip olabileceklerdir.
  6. Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde ticaret yapan İngilizler, Osmanlı vatandaşlarından bile daha az vergi ödeyeceklerdir. 

Antlaşmanın Osmanlı Devletine Etkileri

  1. Osmanlı Devletinin mali çöküntüsü hızlandı.
  2. Osmanlı Devleti diğer devletlere borçlanmıştır.
  3. Kapitülasyon sistemi bu antlaşmalar sayesinde sağlamlaşmıştır.
  4. Yerli tüccarlar iç gümrük öderken yabancılar bundan kurutulmuştur. 
  5. Osmanlı devletinin bozuk olan ekonomisi daha da çöküş yaşamıştır.
  6. İhracattan alınan vergi artmış, ithalatta gümrük indirimi olmuştur.
  7. Esnaf dayanışma kuruluşu olan Loncalar bu gelişmeler nedeni ile eski önemini yitirip kaybetmiştir.
  8. Osmanlı devletinde satılan kaliteli ve ucuz Avrupa malları Osmanlı üretiminin azalmasına sebep olmuştur. 
  9. İşsizlik artmıştır. Küçük iş yerleri kapatılmıştır.

 

 

Osmanlı Devleti'nde Paranın Tağşişi

   Osmanlı Devlet'inde tağşiş, köklü bir geçmişe dayanmaktadır. Genel olarak Osmanlı  Devleti, para basımından bir gelir elde etme araç  olarak, 'tashih-i sikke', 'tecdid-i sikke' ve 'darp ücreti' olmak üzere üç farkı şekilde faydalanmıştır. Merkezileşme eğilimlerinin ağırlık kazandığı, devletin mali krize sürüklendiği ya da savaşların normal kamu gelirleriyle finanse edilmediği dönemlerde sık sık başvurulan yöntem, paranın mutasyonu, yani paranın bileşimini değiştirme ve /veya fiziki boyutlarını küçültme olmuştur.

Akçe (Akça)
  
Mangır (Mankur)
Madeni para kullanan diğer devletlerde olduğu gibi Osmanlı Devletinde de tedavüldeki altın ve gümüş sikkeler piyasadan toplanmış; daha sonra toplanan paraların bileşimi değiştirilerek (paraların içindeki altın-gümüş miktarı düşürülerek ve veya bakır miktarı arttırılarak )ya da fiziki boyutları küçültülerek yeniden tedavüle sürülmüştür. Bu Sayede devlet, tedavülden toplayıp değerini düşürdükten sonra yeniden tedavüle sürdüğü para miktarı arasındaki fark kadar bir gelir elde etme imkanına kavuşmuştur. Hatta devlet zaman zaman tedavülden topladığı paralardan daha fazla miktarda değeri düşük parayı piyasaya sürmek suretiyle, gelirini arttırmaya çalışmıştır.
  Osmanlı Devletinin ilk gümüş sikkelerini bastırdığı 1326 yılından II. Mehmed’in ikinci kez tahta çıktığı 1444 yılına kadar akçeler saf gümüşten darbedilmiş (ağırlığı 1,115-1.20 gram arasındaydı), içine bakır ya da başka metal katılmamıştı. Ancak 1444’tan 1481 yılına (yani Fatih unvanı alan II. Mehmed’in ölümüne kadar) paranın değeri tam altı kez düşürüldü.
I. Murat döneminden bir Mangır






 

Yani gümüşün içine başka metaller katıldı. Başlangıçta
100 dirhem gümüşten 280 akçe kesilirken, 1481’de akçe sayısı 335’e çıkmıştı. Bu işleme “tağşiş” adı verildi. Fatih dönemindeki tağşişlerin temel amacı merkezi hazineye ek gelir sağlamaktı. Bazı tağşiş dönemlerinde maaşları düşen ilmiye ve kalemiye mensuplarının kışkırttığı askeriye mensupları yani Yeniçeriler başkaldırmaya başlayınca tağşiş işlemine son verildi. Böylece 1481-1585 arasında akçenin değeri yüzde 7’lik bir tağşiş olayı dışında, sabit tutuldu.

Sultânî
Duka Altını
III. Mehmed döneminde, 1578’de çıkılan İran Seferi ilk ağızda Tiflis, Şiraz ve Revan’ın fethi ile mutlu başlamışsa da savaş giderleri yüzünden o tarihe kadar 127 milyon akçe fazla veren hazine büyük açıklar vermeye başlamış, 1585/86’da ilk kez paranın içindeki değerli maden oranı tekrar büyük oranda tağşiş edilmişti. 1580’lerin başında 100 dirhem gümüşten 450 akçe kesilirken, bu tağşişten itibaren 850 akçe kesilmeye başlamıştı. Piyasa, kırkık denilen ayarı düşük akçelerle dolmuştu. Bu Osmanlı tarihinin ilk büyük enflasyonu idi.1600’lı yıllar içte Anadolu’yu saran Celali İsyanları, dışta Hollandalı ve İngiliz ticaret kumpanyalarının Akdeniz’den ziyade Hint Okyanusuna yönelmeleri sonucu Osmanlı ülkesindeki tarımsal üretim ve ticaret hacminde büyük düşüşler yüzünden enflasyon artık kronik bir hal aldı. 1623 yılında mali ve siyasi krizler yüzünden ayaklanan Yeniçeriler tarafından II. Osman ve I. Mustafa art arda tahttan indirildi.
 Sonuç olarak 1624 yılında 100 dirhem gümüşten 1000 akçe kesilirken 1689’da 1400 akçe kesilir hale gelmişti. Bu yüzden gündelik işler için çok fazla akçe taşımak gerekiyordu. Avrupa ülkelerinde benzer krizlerde devletler bakır paraya geçerken, Osmanlı Devleti nedense bu yola başvuramamıştı. Bunun üzerine piyasadaki boşluğu yabancı (özellikle Avrupa) sikkeleri doldurmaya başladı. 


Önce yabancı paralarla yerli paralar arasındaki değer farkı, sonra Avrupa’dan getirilen ‘kalp’ (sahte) sikke ticareti, giderek Avrupalı tüccarların önemli bir kazanç kapısı oldu. 
Guruş (Kuruş, Piastre, 40 Para)

1687 yılında IV. Mehmed’in tahttan indirilmesinden sonra başa geçen II. Süleyman Yeniçerilere ödenmesi adet olan cülus akçelerini bastırmak için ilk başta halktan alınan vergileri arttırdı, ancak bu tepkilere neden olunca, Topkapı Sarayı’nın dış avlusuna kurulan Darphane’de ilk Osmanlı (bakır) mangırları basıldı. Bu mangırlar halktan ilgi görünce üretim arttırıldı 1690 yılında bakır madenleri suyunu çekinceye kadar 600 milyon bakır mangır basıldı.


18. Yüzyıl Osmanlı Devleti için göreli bir barış, istikrar ve iktisadi gelişme dönemiydi. Buna ek olarak ülkedeki gümüş madenlerindeki üretimin arttırılmasıyla devlet tekrar gümüş sikke basmaya başladı. Buna Kuruş adı verildi.  Rusya ve Avusturya’ya karşı girişilen savaşlarla mali durum bir yara daha aldı ve 1789’da Kuruş’un içindeki gümüş oranı üçte bir oranında azaltıldı. 
En büyük tağşişler ise reformcu padişah II. Mahmud döneminde oldu. Anadolu ve Balkanlarda “ayan” denilen beylerin öncülüğündeki bir dizi ayaklanma, bunlara destek veren Yeniçeri Ocağı’nın lağvedilip yerine yeni ordu kurulması, Sırp ve Yunan isyanları, Rusya, İran ve Mısır’la yaşanan savaşların neden olduğu mali krizler sonucu 1808 ile 1831 arasında kuruş gümüş içeriğinin yüzde 79’unu kaybetti.
 İngilizlerle imzalanan 1838 Balta Limanı Anlaşması ile ekonomi hızla liberalleşince hayat pahalılığı, bütçe açıkları, yolsuzluk, rüşvet arttı. Ardından 1853-1856 Kırım Savaşı’nın yükü altında ezilmeye başladı hazine. Savaş dolayısıyla alınan kredileri izlemek üzere 1854’te Londra merkezli Ottoman Bank kuruldu. Devlet, memur maaşlarını ve esnafa borçlarını ödeyemez olunca hem dış ülkelerden hem de içte tefecilerden borç almaya başladı. “Galata bankerleri” veya “Galata sarrafları” bu dönemde ortaya çıktı. Galata bankerleri ağırlıklı olarak Rum ve Ermeni idi ancak bunlara zamanla Yahudiler, Levantenler (Doğu Akdeniz’e yerleşmiş Avrupalılar) ve Müslümanlar eklendi. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında devlet dış kredi alamaz olunca önce Galata sarraflarına yöneldi, arkasından Osmanlı Bankası’na verilen taahhüt ilk kez çiğnenerek (ilk kez 1840 yılında basılan) ‘kaime’ denilen bir çeşit hazine bonosu ihraç etti. Ancak kaime basımı da derde derman olmadı.